“Mon cher” deyimi Fransızca kökenli olup dünyaca benimsenmiş bir hitap şeklidir. Güney Amerika hariç her kıtada kullanılır. Anlam itibarıyla “azizim-dostum” ya da “kıymetlim” olarak alınabilir. Eskiden beri en kibar ilişkiler devlet temsilcileri arasındaki “diplomatik ilişkiler”di. İki ülke savaş halindeyse bile, diplomatlar birbirine “monşer”, “sayın” diye başlayıp öyle devam ederlerdi konuşmaya. Monşerler en az iki yabancı dil bilen, görgülü, nazik ve entellektüel yapıları epey kuvvetli, dinleyebilen ve tartışabilen insanlar olarak başta devlet kademelerinde olmak üzere saygın makamları dolduran insanlardı. Papyon ve fular simgeleriydi. Zamanla körelen insani ilişkiler doğrultusunda “monşer”, davetlerden çıkmayan, züppe, snob ve bir işe yaramaz kişileri betimlemek için maalesef fevkalâde yanlış bir şekilde kullanılmaya başlandı. Gerçi nezaket, kibarlık ve görgüyü bir kenara bırakın doğru düzgün Türkçe konuşmak bile artık modası geçmiş bir kullanım/birikim olarak algılanmaya başlandı ya!
Bu fevkalâde yanlış algılayış maalesef tenise de yönelik. Belki de sporların en estetiği ve hem kafa hem vücut hem de iç dünyamızın esenliği için en yararlısı olan tenis, ülkemizde yakın zamana kadar “monşer sporu” olarak anılıyordu. Keşke böyle kalsaydı. Bu güzel sporla ilgili öyle tartışmalar oluyor, öyle yorumlar yapılıyor, saha içinde ve dışında öyle davranışlara tanık oluyoruz ki aksini düşünmemek olası değil. Hani yakında futbola benzeyecek diye endişeleniyorum. Bakın çamur, basketbol gibi eğitim seviyesi epey yüksek bir spora bile sıçradı. Devletin yan gözle bile bakmadığı bir tenis mi bunun ardında kalacak yani! Ben futbolu çok severim. Eşsiz bir takım sporudur. Galatasaray sempatizanıyım. 1999 yılından bu yana maçlara gitmiyorum. Spor ahlâkını benimsemekten uzak, izlemeye çalıştıkları oyunun kurallarının bile cahili ultra-vandallar ve onların ateşleyicisi çapsız yöneticilerle değil aynı mekanı, soludukları havayı bile paylaşmak usumdan geçmedi.
Bir yaşam şekli olarak ta benimsediğim ve çok sevdiğim tenisle ilgili de yerel bir yorum yapmamayı düşünmüştüm. Dedikoduyu bilimselliğe yeğleyen, nemalanmak sınıf atlamak, her konuda kendilerine ve yandaşlarına bir yarar sağlayabilmek amacıyla kafa sallamayı sindirebilenlerle tartışmanın ne bir anlamı ne de bir yararı vardı. Köhnemiş oluşumları bol palavrayla allayıp pullayıp Amerika’yı yeni keşfetmiş gibi lanse edebilecek bir yapıyla işim olabilir miydi? Elini taşın altına koyup bir şeyler yapmaya kalkanlar dozu gittikçe çirkinleşen davranışlarla alaşağı ediliyordu. Kimisi o denli alçalıyordu ki belaltı vurmaya ve birtakım çirkin site ve bloglarda rakibinin fiziksel yapısıyla alay etmeye vardırıyordu işi! Bu nedenle böyle bir karar almaya çalıştım. Ama eloğlu Jüpiteri arşınlarken, Bizansı aratmayan uyarlamalar daima nemalanacak birilerini bulacak ama uzun vadede bu ülkenin yararına koskoca bir hiç kalacaktı.
ZEBANİ!
Hani bir fıkra vardır. Zebani yeni gelenlere cehennemi gezdiriyormuş. Ortalıkta fokurdayan çeşitli kazanlar. Hepsi sakin… Biri hariç. O birinde ara sıra bir kafa ya da gövde çıkıyor sonra kayboluyor. Gezginler (!) zebaniye sormuş “Nedir bu?” diye. Zebani yanıtlamış: “Orası Türkiye kazanı. Orada biraz kendisini göstereni hemen aşağıya çekerler!” Geçtiğimiz sayıda dergimizin iki yazarı (N.Kestelli ve B.Aldemir) doğruları yazmış. Yanlışları belirtip, olması gerekenleri masaya yatırmışlar. Don Kişot’luk yapmışlar yani. Neye yarayacağını düşündüler kim bilir? Yeldeğirmenleri seçimlerden sonra da aynı hızla dönmelerini sürdürecekler mi acaba? Einstein’ın bir özdeyişi vardır : “…Boş inançları, ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur…” der. Bakalım bekleyip göreceğiz. Seçimlere tek aday olarak girecek olan şimdiki başkan ile bir süre önce bir telefon konuşması yaptık (Parantez içerisinde de şunu da söyleyebilirim ki ben hem kendisinin hem de selefi Osman Tural’ın iyi niyetine hâlâ inananlardanım. İlişkilerin hoyratlık ve nobranlıkla değil akıl, mantık ve sağduyu ile yürütülmesini yeğlerim). Tam seçim arifesinde ayrıntılara girmek doğru olmayacaktır. Ancak “…Doğru olmayan bir çok şeylerin de farkındayım. Değiştirileceğine inanmanı rica ederim” dediğini söyleyebilirim. İnanmak başarmanın temeliymiş.
GÖZLEMLER & ÖNERİLER
Tenis sportif bir oyundur. Sporun başlıca özelliği ise hep geleceğe dönük olması ve hep ileriye bakmasıdır. Hiç geriye bakmaz. Önünüzde hep yeni bir maç, yeni bir engel, alınması gereken yeni bir puan, aşılması gereken yeni bir set (ya da challenge) vardır. Sporda hiç bir pozisyon aynı değildir, dinamizm ebedidir. Hal böyleyken hâlâ modası geçmiş birtakım çözümleri baştan pişirip önümüze koymanın hiçbir değeri olmayacaktır.
İzninizle tecrübeme binaen bunlarla ilgili bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum.
- Gereksiz fazlalıkta turnuvaların tenisimizin gelişmesine bir yararı yoktur. Bunlar ancak cingöz organizatörler ile yıllardır bencilliklerinden koordine olamayıp tesislerini yıl boyu işletmeyi beceremeyen (ve zora girdikçe de sürekli devlet babadan medet uman) bazı Akdeniz otellerine cankurtaran simidi olur (bunu kaç kez yazdım bilemiyorum!). -Muharebeyi kazanıp savaşı yitirmek gibi tek bir turnuvada yaşanılan şampiyonluğun, yararından fazla zararı vardır. Çocukların aldıkları sonuçları göz ardı etmek istemem ama “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” diye bir özdeyiş vardır ! Bir yere varılacağının, gelecek başarının kanıtı (ülkemizde bu yıl ki en büyük turnuvayı kaldıran Arjantinli 23’lük genç Schwartzman’ın ki gibi) her turda bir ağır-abi geçerek alınan şampiyonluklardır. Şans ve tesadüfler üzerine kurulanlar değil. “Yoklar” üzerine değil “varlar” üzerine kurulu bir fikstürde bu oyuncularımız acaba ana-tabloda yer alabilecekler miydi (Wild-Card dışında) ? Sayın Başkan(lar), (bunu da yazmaktan bıkmayacağım!) “doğru tekdir…İki tane olmaz”. 52 haftada 60 küsur turnuva var ama ülkedeki en büyük iki turnuvada bir tane olsun Türk yok. Haydi buyrun bakalım, şimdi nasıl görünüyor bu tablo size?
- Temcit pilavı gibi oyuncularımızın çiftlerde yabancı partnerleri ile aldıkları sonuçları “başarı hikâyemiz (!)” diye gündeme getirmenizin hiçbir yararı yoktur. Bu aynı yukarıdaki örneğe benzer. Yabancı eşlerle alınan birincilikler yadsınamaz. Ama bu sonuçları ulusal takımdaki partnerleriyle de gösterirlerse bir kıymeti olur. Gerisi sadece ve sadece ufak bir muharebedir ve ancak kendilerine yarar. Görelim bakalım stresli bir Davis Cup esnasında kazanılacak bir çiftler maçının sonucunu. O zaman gönülden tebrik etmek boynumuzun borcu olur.
- Ülkemizde uluslararası sahneye çıkabilen bir kaç oyuncunun (Çağla Büyükakçay’ın, Cem İlkel’in, İpek Soylu’nun hatta ve hatta uzakça geçmişten İpek Şenoğlu’nun, Gülberk Gültekin’in)** önce aileleri sonra kulüpleri olmasaydı acaba onlar nerede olurlardı hiç düşündünüz mü? Ülkemizde aile ve kulüp desteği olmayan teniscilerin bir görünüp sonra yokları oynadıklarını sonra da kayıplara karıştıklarını görmüyor olamazsınız.
- Sayın Başkan(lar), teniste (esasen tüm sporlarda) başarının yegane yolu bir ekol yaratmaktır. Gerisi safsata ve palavradır. Günü kurtarmaktır. Siz Sayın Başkan(lar) bir ekol yaratmadıkça başarılı addedilmeyecek ve gittikçe büyüyecek karadeliklerle affedilmeyeceksiniz. Hatta en kötüsü anılmayacaksınız bile. Bakın 24 TFF Başkanı arasında akılda kalan başlıca isimler Bülent Savcı, Güneşi Olcay ve Azmi Kumova’dır. Beğenin ya da yerin, üçünün de hizmetleri bugüne kadar gelmiştir. Sizin işiniz onlardan çok daha kolaydır. Antrenör ekolü yaratın… Sağlıkçı ekolü yaratın… Hakemlere ekolleşmede yardımcı olun… Sporcu ekolü onları izleyecektir.
- Yüze yakın koruk turnuva ile beyhude oyuncu yetiştirmeye çalışacağınıza 3 tane antrenör yetiştirin. Antrenörlere önce lisan öğretip, literatürü izleyebilmelerini sağlayın. Sonra onları yurtdışına eğitime yollayın. Yıllardır verilen üstünkörü yerel eğitimler kimseye yararlı olamamaktadır. İşe aldığımız nice spor akademisi ya da Besyö mezunu monitör sahaya çıktığında topu karşıya bile atamıyordu. Nasıl atsınlar ki? Onlara öğretenler de bilmiyordu ki! (Osman Kermen dile gelebilse de konuşsa!) Çocukların yeteneğine ve karakter yapılarına bakıp aramıza katıyorduk. Bizde 100 antrenörün 99’u doğru dürüst İngilizce bile bilmezken tenisin o umman literatürünü nasıl takip edecekler? Nasıl kurs/eğitim görecekler? Uluslararası turnuva ve toplantılarda oyuncuları ve ülkeleri yararına nasıl bağlantı kuracaklar? Bu insanları hazırlayın. Antrenör kurslarında (Yozgat’taki gibi) göstermelik bilgileri değil, onlara önce lisan aşılayın. Bakın bunu hakemler nasıl gerçekleştirdi. İşte onlar (Hakemlerimiz) bir ekol olmak yolunda epey uzun bir yol kat ettiler. Hedefe ulaştılar !
RİCA
Bugün bir ulusal geliştirme merkezi kuramayan, bu merkeze saygın bir koordinasyon oturtamayan hiçbir ülke teniste başarılı olamamıştır. Bizde doğru yola girilirken (batmakta olan kampını Türkiye üzerinden kurtarmaya çalışan) yanlış bir adamın despotik tavırlarıyla bu uğurda zaten çok zor ayakta durabilen kulüpler küstürüldü ve köreltildi. Halbuki bu oluşum onlarla koordine edilerek, saptanacak sisteme payanda olmalarına yol açarak pekala kotarılabilirdi. Bu sayede son hızla kuyunun dibine doğru yol almakta olan kulüpler de akılları başlarına gelip kendilerine gelip bir çeki düzen vermeye çaba gösterirlerdi!
Bana kaynak yaratabilmiş herhangi bir federasyon gösteremezsiniz. Kaynağı kulüpler yaratır. Zira bölgesel birikimleri vardır. Onları köreltmeyin. Gönülden ırak diye tarafgir davranmak size yakışmaz. Yaşam salt çevrenizdekilere ve size yakın gelenlere ait değildir. Unutmayın hepimiz bu ülkenin evlatlarıyız…Çevremizle birlikte burada yaşıyor ve yaşayacağız.
Hoşkalın.
*Ufak kişisel bazı uyarlamalar ve dokunuşlar haricinde Vikipedia’dan alıntıdır.
** Pemra Özgen ve Marsel İlhan kişisel özellikleriyle birer istisnadır. Onun için değinmedim.
Hamiş: Bu yazı 15 Ekim 2016 tarihinde yazılmıştır.
Sizlere, hoşgörülü, anlayış ve sağduyu dolu yeni yıl dilemek istiyorum. Ben çok zor günler geçiren toplumumuzun hala sağduyusunun olduğuna inanıyorum. Eminim bir yerlerde onu itinayla saklamışlardır. Yeni yılda onu sakladıkları yerden çıkarsınlar, öpüp koklasınlar ve onun kıymetini iyi bilsinler. Yaşam hepimize en büyük armağandır. Onu ne denli kıymet vereceğimiz ve değerlendireceğimiz ise kendi tasarrufumuzdur.
Hoş ve esen kalınız.
Bekir Emre - 24 Aralık 2016, Cumartesi 16:00