Tenis ülkemizde gittikçe genişleyen bir sosyal olgu haline geldi. Batı kültürü almış, üst gelir seviyesindeki fertleri kapsayan ufak bir sosyal çevrenin ülkemize sunduğu bu spor artık orta gelir toplumunun önce çocuklarını yönlendiren sonra da ebeveynlerin bizzat bağlanmalarıyla hatırı sayılır bir tenis ekonomisi yarattı.
Tabii ki bunda bilhassa ABD’deki reklam veren o olağanüstü güce sahip şirketlerin teniste branding’lerinin çok daha sık ve uzun süreyle görüntüye geleceğini farketmelerinin de etkisi oldu. İşin içine böyle bir kuvvet girince tenisçiler hatırı sayılır bir gelire sahip olabileceklerini gördüler. Neticede Federer, Nadal, Williams Kardeşler, Sharapova gibi nice yıldızlar doğdu. Başta görsel olmak üzere medya, tenis olgusuna daha çok yer vermeye başladı. Tenis profesyonelleri sosyal birer ikon olmaya başladılar.
Eh, biz de çoğu işte olduğu gibi devreye sonradan girmeye çalıştık! Ama kulüp kökenli, doğru başlayan sistem maalesef yanlış yaklaşımlara sahne oldu! Planlamada hata olunca da neredeyse yarım yüzyıla yakın bir süredir sürekli devinim içinde olan profesyonel tenis bizde güdük, kavruk kaldı. Ama, sosyal olgu öyle bir güç ki planlama hatasıymış, yanlış yatırımlarmış gibi bahanelere pek pabuç bırakmıyor…Ezip geçti bunların hepsini!
Tenisin uluslararası devinimi o denli radikal oldu ki bu sporun yönetimi ile sorumlu olan “ITF (Uluslararası Tenis Federasyonu), ATP ile WTA (Erkek ve kadın Profesyonel Oyuncular Birlikleri), Grand-Slam Turnuvaları (Avustralya Açık, Roland-Garros, Wimbledon ve ABD Açık organizasyonları)” gibi kurumlar buna yetişemedi. Başta “güç mücadelesi” ya da “iktidar savaşı” olmak üzere sürekli bir takım defolar oluştu. Eh zirvedekiler bunlarla konsantre olurken organizasyondaki delikler büyüdükçe büyüdü ve bugün bu kurumlar artık denize düşen yılana sarılır usulü arayış içindeler. Biz ne yapıyoruz derseniz, uluslararası çapta tek bir tenis hocası olmayan bir ülkede hababam tesis ve turnuva yapmakla övünüyoruz. Sonuç; 90 milyonluk ülkede erkeklerde ATP, ya da kadınlarda WTA sıralamasında ilk 150 içerisinde olan tek bir raketimiz bile yok. Kendilerini tenise adamış bir avuç tenisçimiz ise milletin 17-18 yaşlarında Wimbledon kazandığı bir ortamda, 30’larına dayanmış hala ITF turnuvası oynamaktadır.
Kulüpler de üvey evlat muamelesiyle, her türlü destekten yoksun kalınca kendilerini kurtarmak için mecburen senyör (!) tenisine döndüler.
İngilizcede “senior-tour” ya da “senior-tennis” belirli bir yaşın üzerindeki tenisi amatör anlamda yapanları adlandırıyor. Bizim ülkemizde bu sözcük, güya, tenisi profesyonel olmayan her yaştan tenisçiyi kapsıyor…Ancak saatine 1.000TL üzerinde para alan hocalar girebiliyor! Adına da “Senyör-Tenisi” deniyor. “Senyör” kelimesi ise sözlükte ne ifade ediyor biliyor musunuz: Ortaçağ’da derebeylik döneminde geniş arazilere ve kölelere sahip olan kişilere senyör denir! Hani yukarılarda hatalara değinmiştik ya !
Dolayısıyla biz dönelim yine çok daha ilginç olan tenisin uluslararası ortamına.
Evet uluslararası tenisin yöneticileri ortak bir payda altına geleceklerine hala kendi gemilerini kurtarmaya çalışıyor. Onlar at gözlükleri takmışken de aradan birileri fırlamaya çalışıyor!
Bakınız dört Grand-Slam turnuvası bir araya gelerek (ATP ve WTA’den ayrı mı değil mi henüs belli değil) yeni bir oluşum kurma peşinde. Tüm tenisçileri (dünyada profesyonel olarak ATP’ye kayıtlı 1814, WTA’de ise 1106 tenisci var) kapsayan yıllık sezon yerine ise kendi 4 turnuvalarına 10 büyük turnuvayı da ekleyip sıralamadaki ilk 100 tenisciden ibaret yeni bir sistem oturtmayı düşünüyorlar. Yani 1000’in üstünde raket resmen aç kalacak!
ATP ve WTA ise kendi hükümranlıkları sona ereceği için öncelikle bu sistemi toptan reddediyor ve buna tavassut eden tüm oyunculara ceza vereceğini bile ilan ediyor. Sponsorsuzluktan tam bir batakta olan WTA(kadın tenisi) önce ATP(erkekler) ile birleşmeye çalıştı. Anlaşamadılar. Şimdilerde, Suudi Arabistan’nın parasıyla ortaklaşa çölün başkenti Riyad’da tenise büyük yatırımlar yapmanın (hatta 5.Grand-Slam ya da yeni bir ATP 1000 turnuvası) peşindeler. Halbuki en popüler “ATP 1000”(şampiyona 1000 puan verildiğinden böyle adlandırılıyorlar) turnuvalarından olan ABD’deki “Indian Wells”, ve gerek İspanya’daki “Madrid Mutua” yıllardır grand-slam olmak için başvuruyor ve reddediliyor.
Bu tür parasını ülkesini değerlendirmek hele spor için kullanmak isteyen hiçbir ülkenin karşısında değilim. Hele Suudi Arabistan gibi bir ülkeyi çağdaşlaştırmak için çabalayan Prens Salman’ın gerçekleştirdiklerine ve geleceğe yönelik planlarına gıpta ile bakıyor, “helal olsun” diyorum. Ama bunu yaparken birtakım oportünist yöneticilerin de manipülasyonlarıyla sadece tenisin değil tüm sporların dibine darı suyu ekilmesine de karşıyım. Bu iş profesyonel boks ile başladı, futbola ve tenise geçildi, golf ile ise resmen gerçekleşti.
Davis Kupası gibi tenisin özü, Dünya Kupası olan bir pırlanta, menfaatperest ve basiretsiz yöneticiler yüzünden delik deşik güve yemiş bir kumaşa döndü. Bu pırlantayı resmen sattılar. Tam bir mücadeleye sahne olan deplasman özlü karşılaşmalar kaldırıldı. Yerine tarafsız bir ülkede grup usulü maçlar oynanıyor. Düşünün ki İspanya’da Kazakistan ile Litvanya karşılaşacak. Kim gider bu maçı izlemeye! Kimse ne olduğunu bilmiyor. Tüm oyuncuların milli olmak, ülkelerini temsil etmek için can attıkları sistemin yerine ısrarla neredeyse ilanla oyuncu toplayacakları bir oluşum yerleştirmeye çalışıyorlar. Öyle salakça bir yatırım oldu ki bu sattıkları şirket bir yılı bulmadan iflasını ilan etti…Paralar da yandı! Ve hala ısrarla bu gerçekleştirdikleri yamuk formatla devam ediyorlar. Her ülkeden müthiş bir meraklısı, takımlarının peşinde kıtalararası bile dolaşan izleyicisi olan geleneksel Davis Kupasının, artık bırakın izleyicisini, ne olduğunu bile merak eden yok…Yakında oynayacak oyuncu da bulamayacaklar!
İşte aziz sporseverler, tenisin içte ve dışta durumu böyle. Ama elin oğlu eninde sonunda kendisine bir çıkış yolu buluyor. Bize gelince umudumuzu hiç yitirmeyişimiz artı değerimiz. Ama bu artı değeri nedense gerçeğe dönüştüremiyoruz. Baksanıza sporumuza…Pek yakında dünya sahnelerine çıkacak iken, bir sinsiyle, hırsı mantığını aşmış diğerinin süfli çekişmesine şahit oluyoruz. Hani Necip Fazıl’ın bir deyişi akla geliyor…Merak edenler internetten baksın. Ne bu ülkenin ne de insanlarının bunlara layık olduğunu sanmıyorum. Tanrı sizi tebessüm ettiğiniz günlerden ayırmasın…Hoşkalın.
Bekir Emre
*Quo Vadis TenisTenis Nereye Gidiyorsun !